Monday, July 18, 2016

Armageddon


Harry Stamper (Bruce Willis): Filmin kahramanı, petrol çıkartan adamların patronu.
A.J. Frost (Ben Affleck): Filmin genç kahramanı, Harry Stamper’ın takımında çalışan en iyi petrolcü ve aynı zamanda patronun kızına aşık.
Grace Stamper (Liv Tyler): Patronun kızı, A.J. Frost’un sevgilisi.
Dan Truman (Billy Bob Thornton): NASA’nın patronu.

Yönetmen: Michael Bay
Senaristlerin genci: J.J. Abrams

Kısaca Konu:

Günün birinde gökten Dünya’ya irili ufaklı taş parçaları yağmaya başlar. NASA bu taş parçalarının Dünya’ya doğru gelmekte olan dev bir göktaşının öncüleri olduğunu görür. Taşın çarpmasına çok kısa bir zaman vardır. Taşın çarpmasını durdurmanın tek yolu taşı tam ortadan ikiye parçalamaktır. Taşı tam ortadan ikiye parçalamak içinse dünyadaki en iyi petrol kuyusu açıcılarını NASA uzay araçları ile o göktaşına göndermek gerekmektedir. Bu petrolcüler derin bir çukur kazıp içine büyük bir nükleer bırakacak, sonra da patlatacaklardır. NASA pilotlarıyla bu petrolcülerin başına türlü aksilikler gelir ancak sonunda taşı patlatıp Dünya’ya zarar vermesini engellerler.
Bilimin dokundukları:

Film hakkında konuşmaya başlamadan önce Güneş Sistemi konusunda kısa bilgiler vermekte fayda var. Sistemimiz Güneş’in etrafında dönen 8 gezegen, gezegen olamayacak kadar küçük ama kaya parçası sayamayacağımız kadar büyük 8-10 gezegenimsi, sürüyle daha küçük kaya parçası ve sayısını bile bilemediğimiz ufak buz kütlelerinden oluşur. Gezegenlerden en küçüğü Merkür’dür. Merkür’ün çapı 2500 kilometredir. Merkür Sümerler zamanından beri çıplak gözle görülebilmektedir.

2006 yılında gezegenlikten atılan Plüton, Merkür’ün yaklaşık yarısı kadardır (1200 kilometre çapında). Plüton Güneş’e o kadar uzaktır ki Güneş’in ışığı bile Plüton’a ortalama 5.5 saatte ulaşır. Saatte 40000 kilometre gibi insanlar için korkunç yüksek ama uzay cisimleri için normal sayılabilecek bir hızla gidecek olsak Plüton’a varmamız 17 yıl sürer. Bir ek bilgi olarak Plüton’un 1930 yılında keşfedilmiş olduğunu söyleyebiliriz.

Bunları saymamızın temel sebebi şu: Güneş Sistemi içerisinde çapı 1200 kilometre olan bir gök cismini bizim görememiş olmamıza imkan yok. Plüton Güneş Sistemi’nin en uzak köşesinde olmasına rağmen keşfedileli neredeyse 90 yıl olacak. Bu nedenle de dev bir göktaşının bir gün Dünya’ya çarpabileceği uykunuzu kaçırmaya devam etsin ama emin olun bu dev göktaşı 1200 kilometre çapında ve habersizce üzerimize gelen bir göktaşı olmayacak.

Gelelim filme, en başta Dünya’ya dev bir göktaşı çarpıyor ve inanılmaz bir felaket meydana getiriyor. Taşın boyutu güzel, çarptığı yer güzel ama çıkan alevler öyle Dünya’yı sarmış olsa bugün Dünya’da hayat olmazdı. Evet, dinozorları öldüren göktaşı büyük bir felakete yol açmıştı ama o felaket daha az alev kullanılarak da açıklanabilirdi. Ama karşımızda daha büyük bir problem var. Bu problemi açıklamak için uzun hesaplar yapmak gerekli. Filmde dinozorları yok eden göktaşının çıkarttığı enerjinin 10000 nükleer silaha eşit olduğu söyleniyor. Doğrusu ise 10000 nükleer silaha değil dünyadaki tüm nükleer silahların 10000 katına olmalı. Yani çok daha yüksek bir enerjiden söz ediyoruz.

Göktaşı saatte yaklaşık 40000 kilometre gibi korkunç bir hızla ilerler. İnsanların yaptıkları uçaklar ve füzeler ise saatte ancak 1000-2000 kilometre hızında uçabilirler. Bu nedenle de radar ekranında gördüğünüz şeyin füze mi göktaşı olduğunu ayırt etmek son derece kolaydır. Korkunç bir hızla gidiyorsa göktaşıdır. Dünya’nın atmosferi 400 kilometre kalınlıktadır, 40000 km/saat hızla giden bir göktaşı atmosferi bir dakikadan az bir sürede geçerek yüzeye çarpar. Bu nedenle yıldız kayarken hemen bakmazsanız kaçırırsınız. Başlangıçta askeri radar operatörlerinin bu farkı kavrayamamaları büyük bir hata.

Dünya’ya doğru gelen dev göktaşının öncüleri Dünya üzerinde çeşitli yerleri bombardıman etmeye başladığında dikkat etmeniz gereken yer New York’taki İkiz Kuleler. Bu kulelerin ikisi de ciddi hasar görmelerine rağmen ayaktalar. Yani El-Kaide’nin yaptığı eylemi Hollywood bile hayal edememiş.

Arada küçük bir detay, bu taşı fark ettikleri an Hubble Uzay Teleskopunu çevirip bakıyorlar. Hubble dediğiniz uzaydaki dev bir uydudur. Arka bahçenizdeki teleskop gibi bir oraya bir buraya çeviremezsiniz. En iyi ihtimalde baktığı yeri değiştirmeniz 2-3 gün sürer. Ama çoğunluk bunu bilmediğinden senaristler de umursamamışlar.

Daha sonra konunun bilimsel kısmına geliyoruz: Amerikan Başkanı NASA Başkanı’na “Ne bu nesne?” diyor, NASA’nın cevabı “Bu bir asteroit”. Asteroitler Dünya’ya benzer bir yörüngede Güneş etrafında dolaşan kaya parçalarıdır. İrili ufaklı bu kaya parçalarının en büyüğü olan Ceres yaklaşık 1000 kilometre çapındadır. Ancak daha önemlisi, bu kaya parçası 1801 yılında keşfedilmiştir, yani iki yüzyıldan daha uzun süre önce. Biz farkında olmadan bu asteroitlerden birinin Dünya’ya çarpacak kadar yaklaşması mümkün müdür? Evet, tabii ki mümkündür, ama bu asteroit yaklaşık bir araba büyüklüğünde olsa uzayda kolaylıkla uzun zaman önceden görüp hazırlık yapabiliriz.

İkinci soruda Başkan “Ne kadar büyük bir nesne bu?” diye sorduğunda cevap “yaklaşık Teksas büyüklüğünde” oluyor. Teksas’ın eni yaklaşık Türkiye kadar, yani 1250 kilometre. Burada iki nokta canımızı sıkmalı. Birincisi, Güneş Sistemi’ndeki en büyük asteroit olan Ceres’in çapı bile 1000 kilometreden küçük. İkincisi de Ceres’i iki yüzyıldan uzun süredir gökte takip ediyoruz. Yani o büyüklükteki nesnelerin bir an içerisinde karar değiştirip Dünya’ya yönelme riskleri yok. Daha sonra karşımıza çıkacak olan bir nokta daha var, o da “Dottie” adı verilen bu asteroitin şekli. Evrende cisimler uzun süre kendi etraflarında döndüklerinde soğuyarak küresel bir şekil alırlar. Ama bunun için cismin yaklaşık olarak 1000 kilometreden büyük olması gerekir. Asteroit listesinin en büyükleri olan Ceres, Vesta ve Pallas neredeyse küre şeklindedir. Ancak Dottie tamamen garip ve karmaşık şekillli bir kaya parçasıdır.

Sonra Başkan tamamen haklı bir soru soruyor: “Bunu neden daha önce görmedik?”. Adam kesinlikle haklı, bu büyüklükteki bir nesneyi 1801 yılından bu yana görüyor olmamız gerekirdi, eğer bu cisim bir asteroitse.

Başkan devam ederek “bu nesne bize çarparsa ne olur?” diye soruyor, cevabı “tamamen yok oluruz, bakteriler bile sağ kalmaz” oluyor. Aslında cevap daha basit, büyüklüğü 1200 kilometre olan bir cisim büyüklüğü 12000 kilometre olan (Dünya) katı bir cisme saatte 40000 kilometre hızla çarparsa o cismi parçalar. Yani konu bakteriler falan değil, Dünya o denli parçalanır ki ortada bir gezegen bile kalmaz. Bu nedenle de bakterilerden bahsetmenin fazla mantığı yok. Bu arada, aslında Dünya parçalanabilir, tüm uygarlıklar yok olabilir, ama bazı bakteriler gene de sağ kalabilir, o nesneler o denli dayanıklı olabiliyor.

Ama filmin tam bu noktasında daha önemli bir bilgiye ulaşıyoruz, bu taşın bize çarpmasına 18 gün var. Bu önümüze sürüyle problem getiriyor. Öncelikle asteroit gerçekten 1200 kilometre çapındaysa ve 40000 km/saat hızla hareket ediyorsa bizden 18 milyon kilometre uzakta demektir. Mars yaklaşık 6500 kilometre büyüklüktedir ve gökte çok parlak göründüğü zamanlar bize uzaklığı 60-70 milyon kilometredir. Kıyaslayacak olursak bu nesne de çıplak gözle Mars’ın göründüğü parlaklıkla görünüyor olmalıdır. Bu nedenle de çıplak gözle bile görülecek bu asteroit nasıl oldu da tüm astronomların gözünden kaçtı sorusu akla geliyor. Sonra bu bir asteroit olmasa ve Güneş Sistemi’ne dışarıdan geliyor olsa, belki 1200 kilometre büyüklükte bir göktaşı makul olabilir ama onu da çok daha uzun zaman önceden keşfederdik. Bundan dolayı senaryoda ya bu nesnenin büyüklüğü tamamen yanlış, ya da çarpışmaya 18 gün kalmış olması.

Harry Stamper en tecrübeli petrol kuyusu delicisi olarak NASA’ya getirildiğinde ona ayrıntıyla asteroit çarptığında neler olacağı anlatılıyor, ama anlatılanlar aslında 1200 kilometre çapında bir asteroit çarptığında değil 12 kilometre büyüklükte bir kuyruklu yıldız çarptığında olacaklar. Hatta konuşmanın başında gelen şeyin kuyruklu yıldız olduğu da ağızlarından kaçıyor. Sanırım kurgu sırasında akılları biraz karışmış olacak.

Sonra NASA Başkanı “Dünya’da bu nesneyi görebilecek dokuz teleskop var, sekizini biz kontrol ediyoruz” diyor. Bu nesne 17 milyon kilometre uzakta ve 1200 kilometre büyüklükteyse bunu görmek için teleskoba bile gerek yok, çıplak gözle görülür.

Buradaki temel problem şu: Senaryoya göre filmin çoğu derin bir delik delip bombayı yerleştirecek olan adamın Bruce Willis olarak seçilmiş olması. Daha az tanınan bir aktör seçmiş olsalar onu filmin yarısı boyunca ağırlıksız bir ortamda yaşıyormuşçasına hareket ettirebilirler. Ama filmin kahramanı Bruce Willis olunca filmi öyle çekmek kolay olmadığından az da olsa yerçekimi olan bir ortam yaratabilmek için 1200 kilometre büyüklükte bir asteroit icat ediyorlar. Bu garip icatları da filmin bilimsel açıdan tamamen kontrolden çıkmasına neden oluyor. Oysa asteroid 1200 değil 12 kilometre çapında olsa tüm bilim daha kolay rayına sokulabilirdi.

Daha sonra asteroitin üzerinde bombayı yerleştirecekleri deliği delecek olan petrolcülere ne yapacakları anlatılırken bir saçmalıkla daha karşılaşıyoruz. Bu saçmalıktan önce şunu sormam gerekiyor: 1200 kilometre çapındaki bir taşı tam ortadan ikiye ayırmak için açılacak deliğin derinliği ne kadar olur? Buna doğru cevabımız, “yarısı kadar” olurdu, yani 600 kilometre, ama 600 kilometre delik de delinemeyeceği için bir kez daha 1200 kilometre büyüklükteki asteroit saçmalığına toslamış olurduk. Eğer asteroit 12 kilometre olsa 6 kilometrelik bir delik açılması “imkansız ama zor değil” diyeceğimiz bir senaryo olurdu. Ama NASA diyor ki “800 adım derinlikte bir delik açacaksınız”, yani 260 metre. 1200 veya 12 kilometre olması fark etmiyor, bir nesneyi ortadan patlatacaksanız ya o nesneni iç yapısını çok iyi bilmeniz gerekir ki bunu uzaktan yapmanız imkansız, ya da merkezine ulaşan bir delik delmeniz gerekir. Filmin kurgusu gereği sadece 260 metreye kadar delmeleri yetiyor. Eğer gökte öküz gözü kadar görünecek büyüklükteki göktaşını 18 gün kala keşfederseniz 260 metreden derine de kazacak vaktiniz kalmaz tabii.

Ama sorunlar bununla da bitmiyor. Dünya’ya çok yaklaşmadan göktaşını ikiye ayırmak zorundalar ki yarısı Dünya’nın altından yarısı da üstünden geçsin. Eğer tam tamına ortadan ikiye bölmeyi beceremez de bir parça diğerinden az daha büyük olursa, Dünya gene yok olurdu. Hadi diyelim tam ortadan ikiye bölmeyi becerdiniz. 1200 kilometre büyüklüğünde bir kayayı ikiye böldüğünüzde sadece iki parça kalmaz. Mesela bir ekmeği ikiye bölmeyi deneyin, mutlaka kırıntılar kalacaktır. 30 santim uzunluğunda bir ekmek bölündüğünde 2-3 milim büyüklükte çok sayıda kırıntı kalıyorsa 1200 kilometre büyüklükteki kaya ikiye bölündüğünde de 10-15 kilometre büyüklükte bir sürü parça oluşur. Bu parçaların yönü de ortada kalan yer, yani Dünya olacaktır. Dinozorların çağını Dünya’ya çarpan 12 kilometre büyüklüğünde tek bir taşın bitirdiğini hatırlayacak olursak bu parçalardan birkaç tanesinin Dünya’ya çarpması, Dünya’nın sonu olmasa da bizim bildiğimiz uygarlığın sonu olacaktır.

Sonunda tüm petrolcüler ve astronotlar iki uzay gemisine doğru giderler. Burada bilimsel değil filmsel iki saçmalıktan söz etmek mümkün. İlki, Amerikan Başkanı televizyonda konuşurken gösterilen yerlerin tümünde günün neredeyse aynı vakti; Amerika, Fransa, Türkiye ve Hindistan’da öğleden sonra, Çin’i nasıl olduysa akıl etmişler ve orada akşam olmuş. Nasılsa bu film Amerikan seyircisi için yapılıyor, onlar da bunu fark etmez diye düşünmüş olsalar gerek. İkinci önemli problem de fırlatma rampaları ile ilgili. İki astronot grubu da aynı asansörle yukarı çıkıp ikiye ayrılıyorlar, biri sağa bir uzay gemisine diğeri de sola diğer uzay gemisine gidiyor. Bir sonraki görüntüde ise iki uzay gemisi arasında bir kilometre mesafe olduğunu görüyoruz. Ayrıca böylesi önemli bir uçuş için iki gemiyi de birbirlerine bu kadar ateşler miydiniz? Uzay uçuşlarında en büyük kazalar kalkışta ve inişte olur. Ben olsam birini Amerika’nın bir tarafından fırlatıyorsam diğerini de diğer tarafından fırlatırdım.

Araçlar havalandıktan sonra Dünya yörüngesindeki Rus uzay istasyonu ile kenetleniyorlar. Kenetlenme sahnesi tamamen ayrı bir saçmalık. Tam iki uzay aracı ulaşmadan az evvel istasyonu döndürmeye başlıyorlar ki astronotlar rahat hareket edebilsin. Uzay filmleri her ne derlerse desinler dönmeyen bir cisme bağlanmak dönen bir cisme bağlanmanın yanında çocuk oyuncağıdır. Dolayısıyla önce iki uzay aracını istasyona bağlarsın, gerek yok ama, eğer istersen sonra istasyonu döndürmeye başlarsın.

Ayın etrafından döndükten sonra göktaşının hızına ulaşan gemiler neredeyse yan yana göktaşına yaklaşıyorlar. Dünya’da sadece uçak akrobasisinde öyle manevralar yapılır. İnsanlığı kurtarman gerekiyorsa 1200 kilometrelik göktaşının üzerinde iki uzay gemisini neredeyse birbirlerine çarpacak kadar yakın uçurmazsın. Sonuçta uzay gemilerinden biri düşüyor diğeri inmeyi beceriyor ama hesapladıklarından çok daha sert bir yüzeye.

Düşen gemide A.J. Frost ve arkadaşları sağ kalıyor ve yüzeyde hareket eden araçlarıyla göktaşının üzerinde diğer gemiyi aramaya çıkıyorlar. Bu arayışları sırasında derin bir kanyona denk geliyorlar. Bu kanyonu geçmenin tek yolu ise üzerinden uçup sonra yere konmak. Yürüyen araçların uçmamasını üstlerinden yukarıya doğru hava üfleyen ve bu şekilde araçları yere bastıran bir sistem sağlıyor. Planları kanyonu geçerken bu sistemi kapatıp tam geçtikten sonra açarak yere konmak. Ancak kanyonu geçerken bir kayaya çarpıp dönmeye başlıyorlar. Bu durumda onları yere bastıran sistemi çalıştırmalarına imkan yok çünkü uzayda dönerken alt ya da üst diye bir kavram yok. Ama nasıl oluyorsa sistemi çalıştırdıklarında birden “aşağıya” doğru süzülüyorlar. Sanırım burası işe fizik dışındaki ilahi güçlerin karışmasıyla olmuş, yoksa fiziğe göre imkansız.

Filmin içinde bu üstten yukarıya doğru hava püskürterek astronotların yerde kalmalarını sağlayan sistem bolca kullanılıyor, ama astronotlar uzay gemisinin içine girdiklerinde bu sisteme gerek olmadan dolaşabiliyorlar. Sanırsınız ki NASA bunlar için acilen bir de sadece geminin içinde çalışan yapay yerçekimi üretmiş.

Filmde bir de standart bomba sahnesi var. Astronotların bombayı patlatmayacaklarından şüphelenen Amerikan Başkanı bombayı uzaktan patlatmak istiyor. Kahramanlar da alışık olduğumuz geri sayan bir saat ve kırmızı/mavi tel problemi ile karşı karşıya kalıyorlar. Genel bilgimiz bize filmlerde uzun süre geri sayan saatli bombaların patlamayacağını söyler, burada da bizi yanıltmıyor.

Sonunda A.J. Frost ve arkadaşları da sağlam uzay gemisini buluyorlar ve zorlukla deliği deliyorlar. Tam 260 metreye (800 adım) ulaştıklarındaki sevinçleri inanılmaz. Sanki 260 değil 259 metre kazmış olsalar bomba patlamayacak. Bombanın işe yaraması için 260 metre değil 600 kilometre kazmanız gerekiyordu arkadaşlar, aramızda 1-2 metrenin lafı mı olur?

Son anda A.J. bombayı deliğe indirirken bir gaz patlaması oluyor ve bir halata bağlı olmasına rağmen uzaya doğru uçmaya başlıyor. Halatın diğer ucu ise boşta. Biri halatı yakalamazsa kesinlikte uzaya uçar. Harry Stamper koşup halatın ucunu yakalıyor ve kızının sevgilisini uzayda kaybolmaktan kurtarıyor. Ama bir dakika, yerçekimi olmadığına göre Harry A.J. uçarken halatı yakalasa bile ikisinin aynı kiloda olduğunu düşünürsek, fizik kanunlarına göre, birlikte A.J.’in ilk hızının yarısında uçmaları gerekiyor. Burada hem yönetmen hem de senarist üzerinde durdukları taşın Dünya olmadığını unutarak Dünya’nın yerçekimine göre bir sahne kurgulamışlar ne yazık ki. Ama filmin heyecanından çoğu kişi bu saçma noktayı ,fark etmiyor.

Neyse filmin sonunda kahraman Harry Stamper kendini feda ederek bombayı patlatıyor, taşı ikiye ayırıyor ve Dünya’yı kurtarıyor. Ama filmin sonunda da bir saçmalıktan kurtulamıyoruz. Göktaşı Dünya’ya çarpmadan 4 saat önce patlatılıyor ve iki parçası Dünya’yı ıskalıyor. 1200 kilometre büyüklükteki iki kayanın birbirlerinden 12000 kilometre (Dünya’nın çapı) ayrılabilmeleri için gerekli kuvveti de içinde patlatılan nükleer bomba sağlıyor filmde. Ama Phil Plait Bad Astronomy sitesinde bunu gerçekte yapabilmek için gerekli olan enerjinin Güneş’in bir saniyede yaydığı enerjinin tamamına eşit olduğunu söylüyor. Dolayısıyla öyle bir bomba patlatmakla olacak gibi değil bu iş.

No comments:

Post a Comment